top of page

Türklerin İnançları Üzerine

Hiç düşündünüz mü?

Bir Türk, binlerce yıl önce Tanrı deyince ne anlıyordu?

Doğaya neden bu kadar saygı duyuyordu?

Ve neden kurt, onun için yalnızca bir hayvan değil; aynı zamanda kutsal bir ataydı?

 

Türkler, tarih boyunca birçok dinle tanışmış, bazılarını kabul etmiş, bazılarını ise dönüştürerek kendi kültürleriyle harmanlamıştır.


Ancak İbrahim Kafesoğlu’nun da işaret ettiği gibi, Türklerin en kadim, en eski dini; sonradan gelen semavi dinlerden çok önce oluşmuş olan bir "milli inanç sistemi"dir.

Bu sistem; doğaya saygı, atalara bağlılık, kutsallığa duyulan içsel bir hürmet, toplumun bütünlüğünü sağlayan bir töre anlayışı üzerine kuruludur.

 

Burada karşımıza çıkan en temel kavram şudur:

🔹 Din bir inançtır, fakat her inanç din değildir.

Eski Türk dini, doğrudan bir kutsallık algısı etrafında şekillenmiş, kutsal olan ile olmayanın net biçimde ayrıldığı bir inanç sistemi oluşturmuştur.

İslam’daki helal-haram kavramına benzer şekilde, eski Türklerde de kutsal olana dokunulmaz; saygı gösterilir, ona yaklaşırken bile özenli olunurdu.

Kutsal olan yalnızca Tanrı değil, dağ, taş, ağaç, gök, güneş, ay, su ve atalar da olabilirdi.

 

Bir dini sistemin tam anlamıyla oluşabilmesi için üç temel unsurdan bahsedilir:

İtikad – İnanç Esasları

Amel – Törenler, ibadetler, ritüeller

Cemaat – İnanç sistemini paylaşan topluluk

Eski Türk dini, bu üç unsuru da taşıyan bir inanç sistemiydi. Hem bireysel, hem de toplumsal düzeyde yaşanan, törensel bir dindi.

Türklerde din; sadece tapınmak ya da dua etmek değil, aynı zamanda yaşamak, hissetmek, gelenekleri sürdürmek ve toplumu bir arada tutmak demekti.

Ve belki de bu yüzden…

Türklerin binlerce yıllık tarihinde "dinsiz Türk" ifadesine nadiren rastlanır.

Onlar için her şeyin bir ruhu vardı… Her şeyin bir anlamı.

Dağlar konuşur, ağaçlar fısıldar, rüzgâr haber getirirdi…

 

Şimdi sizi, Türk milletinin hafızasına kazınmış, efsanelerle harmanlanmış bir inanç sistemine; kutsal hayvanların, sembollerin ve ata ruhlarının dünyasına götürüyorum...

 

“Kurt”…

Bozkırların asil yırtıcısı.

Türk’ün sancağında, destanında, atasözünde ve yüreğinde taşıdığı hayvan…

Ama sadece bir hayvan mıydı?

Hayır… Kurt, Türk için; hem yol gösterici, hem koruyucu, hem de ilahi bir rehberdi.

 

Totem Nedir?

Sosyolojik olarak "totem", bir topluluğun kutsal saydığı, ondan türediğine inandığı hayvan, bitki veya nesnedir.

Totemcilik inancında insanlar bu varlıklarla akraba olduklarını düşünürler, onların sembollerini taşırlar, onların adını alırlar ve onların yasalarını uygularlar.

 

Peki, Türkler Totemci miydi?

İbrahim Kafesoğlu bu soruya net bir cevap verir:

 

"Türklerde bir totem dini yoktur. Ancak bazı eski totemik izlere rastlanır."

 

Mesela...

Kurt'un Türklerin “ata”sı sayıldığı Gök-Türk menşe rivayetlerinde çok net görülür. Çin kaynakları, Türklerin dişi bir kurttan türediğini kaydeder.

Bu rivayetlerde kurt, sadece soyun başladığı figür değil; aynı zamanda koruyucu, rehber ve kutsal bir varlık olarak gösterilir.

 

Kurt’un İsmi Neden Gizlidir?

Türkler, kurtun gerçek ismi olan “börü” kelimesini kullanmazlar.

Bunun yerine “kurt” derler — ki bu, aslında küçük bir haşere olan “kurtçuk”tan türetilmiştir.

Bu, büyük olasılıkla korku ve saygının bir arada yaşandığı, “adı anılmayan kutsallık” düşüncesinden kaynaklanır.

 

Tarihte bu tür isim saklama adetleri yalnızca Türklerde değil, birçok kadim toplumda kutsal varlıklara yönelik olarak görülür.

Bu da bize gösteriyor ki, kurt, Türklerin kolektif bilinçaltında sıradan bir hayvandan çok daha fazlasıdır.

 

Töz, Ongon ve Putlar: Kutsal Temsiller

Altay ve Yakut Türklerinde “töz” ya da “tangara” denilen putlar vardı.

Bu putlar keçeden, paçavradan, deri veya taşlardan yapılır, evin duvarına asılır ya da torbalarda saklanırdı.

Av öncesi veya uzun bir yolculuğa çıkmadan önce bu töz’lerin ağzına yağ sürülür, üzerine saçılar (kurban sunumu) yapılırdı.

 

Bu semboller kimi zaman:

Tilek (tavşan)

Kozan (tavşan)

Aba (ayı)

Bürküt (kartal)

Tiyin (sincap) gibi hayvan adlarıyla anılırdı.

Ancak unutmayalım: Bu hayvanlara tapılmazdı!

Onlar, yalnızca ata ruhlarının temsilcileriydi. Törenlerde "ata ruhları" anılır, onların anılarına kurbanlar kesilirdi.

Balbal, Kaya, Ağaç: Doğaya Tapmak mı?

Türklerde dağ, taş, su, ağaç ve orman gibi doğa unsurlarına “yer-su” denirdi.

Bunlar ilahi birer varlık değil, içinde “ruh” barındırdığı düşünülen kutsal unsurlardı.

Her dağın, her kayanın bir ruhu olduğuna inanılırdı.

Bu nedenle doğaya saygı göstermek; hem dini bir vecibe, hem de toplumsal bir gelenekti.

Bozkırda bir ağacı kesmek, suya pislemek veya dağa hakaret etmek… büyük günahlardan sayılırdı.

Türkler tam anlamıyla bir totem dine sahip değildi.

Ancak doğaya ve kutsal hayvanlara saygı, eski inanç sistemlerinin vazgeçilmez bir parçasıydı.

Kurt figürü, yalnızca bir atalık sembol değil; aynı zamanda milletin ruhunu simgeleyen derin bir metafordu.

Bu düşünce sistemi, Türklerin doğa ile iç içe yaşamasından ve onu bir “canlı varlık” olarak görmesinden besleniyordu.

Şimdi gözlerinizi kapatın ve kulak verin…

Çünkü sizi binlerce yıl öncesine, Orta Asya bozkırlarında yankılanan davul seslerinin ortasına götürüyorum.

Ruhlarla konuşan, tanrılarla aracılık eden, hasta ruhları geri getiren, göklere çıkan… Bir ŞAMAN'ın törenine katılıyoruz.

Kimdir Şaman?

Eski Türklerde şaman, sıradan bir din adamı değil; doğaüstü güçlerle bağlantıya geçebilen, ruhani bir elçiydi.

Onlar, yalnızca dua eden kişiler değildi… Onlar ateşin üstünde yürüyen, göğe çıkan, ölülerle konuşan, cinleri kovup, iyileştiren ruh ustalarıydı.

 

M. Eliade’nin tanımıyla:

“Şaman, ruhunun bedenden ayrıldığı bir vecd (extase) haline geçerek, göğe ya da yeraltına seyahat edebilen kişidir.”

Bu yetenek; doğuştan gelen bir ruhî yatkınlık, özel eğitim ve çoğu zaman da ilahi bir seçilme sürecinin sonucuydu.

Şamanlar, halkın içinden çıkardı ama halkın ötesinde bir yerlerde yaşarlardı.

Onların gözleri daha çok göğe bakardı; ayla konuşur, yıldızlarla anlaşır, rüyaları çözümlerdi.

 

Şamanlık Bir İnanıştır… Ama Aynı Zamanda Bir Sanattır.

Bir şaman törenine tanıklık ettiğinizi düşünün:

Karanlık bir çadır…

Ateşin kıvılcımları…

Ve yavaş yavaş yükselen davul sesi…

Şaman, üzerindeki tüylerle süslenmiş elbisesiyle dans etmeye başlar.

Ayağındaki çıngıraklar ritme eşlik eder.

Maskesinin ardında bir başka yüz vardır artık.

Davul çaldıkça…

Sesi yükseldikçe…

Şaman artık burada değildir.

Göğe Yükseliş: “Extase” Hali

Şaman, bu vecd hali sırasında:

Gökteki tanrılarla görüşür: Bay Ülgen, Tengere Kayra Han…

Yeraltına iner: Erlik Han’ın karanlık diyarlarında dolaşır.

Kaybolmuş ruhları bulur: Hasta olanların ruhunu geri getirir.

Atalara kurban sunar: Ruhları yatıştırır, kötülükleri kovar.

Bu sırada onun yanında hep bir “yardımcı ruh” vardır.

Bu ruh çoğu zaman kartal, kurt, geyik, ayı ya da tilki formunda kendini gösterir.

Şaman, o hayvanın sesini taklit eder, onun gibi yürür, onun gibi uçar.

Şaman Davulu: Bir Araç Değil, Bir Uçuş Kapısı

Davul, şamanın elindeki en kutsal nesnedir.

Bu yalnızca bir müzik aleti değil… Göğe giden bir yolun ta kendisidir.

Şaman, davulunu çalarak:

Yardımcı ruhları çağırır.

Cinleri kovar.

Gök katlarını aşar.

Ruhları bedenlere geri getirir.

Her davul vuruşu, bir kalp atışı gibidir.

Her ritim, bir çağrıdır.

Ve her tını, başka bir âlemin kapısını aralar.

Şamanın Yükselişi: Kat Kat Gökler, Derin Yeraltı

Kozmik anlayışa göre kâinat üçe ayrılmıştır:

Gök âlemi: 17 katlıdır. En üstte Bay Ülgen’in tahtı bulunur.

Yeryüzü: İnsanların yaşadığı orta katmandır.

Yeraltı âlemi: 9 katlıdır. Erlik Han’ın hüküm sürdüğü karanlıklar diyarıdır.

Şaman, bu katlar arasında yolculuk yapar.

Kimi zaman göğe çıkar; kimi zaman yeraltına iner.

Ama her seferinde görevini tamamlayıp geri dönmek zorundadır.

Dönemezse… o kişi gerçek bir şaman sayılmaz.

Şamanlığa Seçilmek: Herkesin Kaderi Değil

Şaman olmak için iki yol vardı:

Veraset (aileden geçiş): Babası ya da dedesi şaman olanlar.

Ruhsal çağrı: Tanrı ya da ata ruhları tarafından çağrılanlar.

Ancak her şaman kolay yetişmezdi.

Bir aday, uzun yıllar boyunca yaşlı bir şamanın yanında eğitim alır; gizli dilleri öğrenir, rüyaların anlamını çözer, otların sırrını bilir, hayvanların dilini taklit etmeyi öğrenirdi.

 

Ve en önemlisi…

O kişi bir gün kendi ruhuyla yüzleşmeli, kendi sınavını vermeli, göğe çıkmayı başarmalıydı.

 

Ruhu Şifalandırmak: Şamanın En Büyük Görevi

Eski Türkler, hastalıkları sadece bedenle değil, ruhla ilgili görürlerdi.

Bir kişinin ruhu bedeni terk ettiğinde, onu geri getirmek gerekirdi.

İşte bu noktada şaman devreye girerdi.

Şaman, hastanın ruhunu:

Rüyada gördüğü bir mağaradan…

Karanlık bir ormandan…

Erlik’in zincirlerinden…

Göklerin ötesinden…

geri alır, bedenine yerleştirirdi.

Ve böylece…

Bir insan yeniden hayata dönerdi.

Şamanlık Bugün Bitti mi?

Hayır…

Şamanlık bugün adını kaybetmiş olabilir, ama etkisi sürüyor.

Anadolu’da, Orta Asya’da, Balkanlar’da, hatta Uzak Doğu’da bile bazı halk inançları, eski şaman ritüellerinin devamı niteliğindedir.

Nazardan korunma, kurşun dökme, rüya tabirleri, lohusa duaları, türbe ziyaretleri…

Bunların çoğu eski Türk şamanizminin izlerini taşır.

Unutmayın: Bir şaman, yalnızca hastaları iyileştiren bir şifacı değil;

Milletin ruhunu taşıyan, geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kuran, gök ile yer arasında bir rehberdi.

Onlar, yalnızca insanlar için değil, doğa için, hayvanlar için, tüm kâinat için dua eden, birleştiren, koruyanlardı…

Her kültür, evrenin nasıl yaratıldığını anlatan bir “kozmo-mit” oluşturur.

Türkler de öyle…

Ama onların yaratılış efsanesi, sadece bir başlangıç hikâyesi değildir.

Aynı zamanda ruhun, toplumun ve inancın temelidir.

 

Tanrı Kimdir?

Eski Türklerde en yüce tanrıya Tengri ya da Tengere Kayra Han denirdi.

O; görünmez, ezelî, ebedî, yaratıcı ve mutlak güçtü.

Göğün en üst katında, altın tahtında oturur, her şeyi görür ve hükmederdi.

 

🔹 Tengri, sadece bir tanrı değil…

Aynı zamanda zamanın, hayatın ve yazgının kaynağıydı.

🔹 Her hükümdarın başarı ya da felaketi, Tengri’nin ona verdiği “kut” ile açıklanırdı.

Efsaneye göre, Tengri önce Kişi adlı ilksel bir varlığı yaratır.

Kişi, kendini beğenmiş ve kibirli bir varlıktır.

Tengri’nin hükmüne karşı gelince, onu yeraltına sürer.

Ve orada…

Kişi artık Erlik Han olur: kötülüğün, ölümün, karanlıkların efendisi.

Sonra, Tengri kendi suretinden başka varlıklar yaratır:

İnsanlar,

Hayvanlar,

Doğa ruhları…

Ve evreni kat kat şekillendirir.

Türk kozmogonisine göre:

GÖK: 17 kattır. En üstte Bay Ülgen yaşar. Onun 9 oğlu, 9 kızı vardır. Melek benzeri varlıklardır.

YERYÜZÜ: İnsanların, hayvanların ve doğanın bulunduğu orta katmandır.

YERALTI: 7 ya da 9 katlıdır. Erlik Han burada hüküm sürer. Ruhlar, ceza görenler ve cinler buradadır.

Bu üç alan; Dünya Ağacı (Hayat Ağacı) ile birbirine bağlanır.

Türk mitolojisinin en kadim sembollerinden biridir:

Dünya Ağacı.

Bu ağaç:

Gövdesiyle göğe uzanır.

Kökleriyle yeraltına iner.

Dallarıyla tüm canlıları besler.

Şamanlar, törenlerinde bu ağacı hayal eder, dallarına tırmanır, tanrılarla görüşür.

Bazı rivayetlerde “kut” ağacıdır; bir hakanın soyunun gökten inen bir ışıkla bu ağaca bağlandığı anlatılır.

Eski Türkler için dağlar, nehirler, ormanlar, göller…

Hepsi birer “canlı”ydı.

Her biri bir ruh taşırdı.

Ve bu ruhlar, “yer-su”lar olarak anılırdı.

Orhun Yazıtları'nda geçen şu ifade bunu açıkça gösterir:

“Tengri ve kutsal Yer-Su, Türk milletinin yok olmaması için kağanı tahta çıkardı...”

Bu cümle; göğün (Tengri) ve doğanın (Yer-Su) birlikte milletin kaderine etki ettiğine işaret eder.

Gök-Türkler, beşinci ayın ikinci yarısında, Ötüken Dağları’nda Gök Tengri’ye ve atalara kurbanlar sunardı.

Törenler büyük ciddiyetle yapılırdı:

Keçeden yapılmış tanrı tasvirleri

İç yağı ile yağlanmış totemler

Torbalarda saklanan tanrı figürleri

Davullar, tılsımlar, dualar…

Kurban edilen hayvanın ruhunun göğe ulaştırılması, şamanın göreviydi.

Bunlar sadece semboller değil…

Milletin, doğa ile Tanrı arasında kurduğu bağın en somut ifadeleriydi.

Türk mitolojisinde sadece yaratılış değil, kıyamet düşüncesi de vardır.

Bir gün gök kararır, dağlar yerinden oynar, sular taşar.

Ruhlar göğe çıkar, hesap verir.

 

Bu inanışta, İslamiyet’ten önceki tufan ve ahiret benzeri düşünceler görülür.

Bazı efsanelerde büyük bir sel, büyük bir yıkım anlatılır.

Yeni bir çağın başlaması için eski dünyanın yok olması gerekir.

Bütün bu efsaneler, aslında bize çok net bir mesaj verir:

 

Türk için evren; Tanrı, doğa, insan ve ruh arasında kurulan bir dengedir.

Bu denge bozulduğunda, felaket gelir.

Denge korunursa, “kut” devam eder.

 

Şimdi bir düşün…

Bir millet, binlerce yıl önce, göğe çıkan ruhları hayal etmiş…

Ağaçları gök ile bağlamış…

Dağları tanrı yapmış…

Ve her şeyi anlamlı kılacak bir sistem kurmuş.

 

Bu sistem sadece bir mitoloji değil,

Bir hayat felsefesi, bir kültür kodudur.

 

Eski Türklerde inanç, yalnızca törensel alanlarda, yılda birkaç kez yapılan kurbanlarla sınırlı değildi.

Tam aksine...

İnanç, günlük yaşamın her zerresine işlemişti.

Aileden topluma, yemekten doğuma, ölüme kadar her anda, her eylemde bir kutsallık düşüncesi hakimdi.

Ateş, eski Türkler için yalnızca bir ısı kaynağı değil…

Ruhani bir varlık, bir canlı, bir tanrısal köprüydü.

Ateşin dumanı göğe yükselirdi…

Bu yüzden dualar hep ateşin üstünden edilirdi.

Ateş söndürülmezdi,

Ateşin üstünden atlanmazdı,

Ateşe tükürmek, büyük günah sayılırdı.

Eğer bir evde ateş sönmüşse, o ocak “kut”unu kaybetmiş kabul edilirdi.

Bu yüzden her evin ortasında sürekli yanan bir ocak olurdu.

Ocak, yalnızca yemek pişirilen bir yer değil…

Bir ailenin varlık sebebi, ata ruhlarının mekânıydı.

 

🔹 “Ocağı sönmek” deyimi, bir soyun yok olması demektir.

🔹 “Ocağı tütmek” ise, soyun devam etmesi, kutsal mirasın sürmesi anlamına gelir.

 

Yeni evlenen çiftlerin, atalarının ocağından “kutlu ateş” alması adettendi.

Bu sembolik hareketle yeni aile, eski soyun ruhani çizgisine bağlanırdı.

 

Türkler, ana kavramını da kutsallıkla özdeşleştirirdi.

Toprak “Ana”ydı.

Millet “Ana yurt”tu.

Evdeki kadın, sadece eş değil, aynı zamanda “ocak anası”, “soy koruyucusu” idi.

Kadın doğurur…

Kadın ateşi besler…

Kadın dua eder…

Ve kadın, gök ile yeryüzü arasındaki ilk bağı kurardı.

Kadına el kaldırmak, ocak sönmesiyle eşdeğer sayılırdı.

 

Eski Türkler ölen kişilerin ruhlarının kaybolmadığına inanırdı.

Bu ruhlar, dünyayı izler; ailelerini korur ya da kızarsa felaket getirirdi.

 

Bu yüzden:

Atalara kurban sunulurdu.

Mezarlara “balbal”lar dikilirdi.

Her yıl “Yılka Günü” denilen törenlerle ölüler anılırdı.

Evlerde bazen küçük putlar, “ata ruhu” heykelleri bulundurulurdu.

Şamanlar, ataların ruhlarıyla iletişim kurar; onların mesajlarını torunlarına iletir, sorunları çözerdi.

Günlük yaşamda uygulanan bazı geleneksel ritüeller şunlardı:

Saçı (sağut): Kutsal yerlere yağ, süt, kımız, kıl veya un serpilmesi.

Al basması: Yeni doğan çocuk ya da lohusa kadının kötü ruhlardan korunması için şaman çağrılması.

Kırk çıkarma: Kırk gün sonra su ile arınma.

Nazara karşı düğüm, kem göz boncuğu, tılsım takılması.

Hayvan kesimi öncesinde yere eğilip dua edilmesi.

Tüm bu pratikler, doğrudan eski inanç sisteminin halk yaşamındaki devamıdır.

 

 “Din” her şeyi belirlemezdi.

Onun yanında bir de Töre vardı.

 

Töre, hem ilahi kökenli bir düzen anlayışı,

hem de toplumun ahlaki omurgasıydı.

 

🔹 Töre’ye göre yaşamak, yalnızca doğru olanı yapmak değil…

🔹 Aynı zamanda Tanrı'nın lütfuna layık olmak demekti.

 

Bir bey töreye karşı gelirse, kutu giderdi.

Bir oba töreyi bozarsa, halk dağılırdı.

Kut, sadece bir hükümdarlık hakkı değil…

Bir evin, bir obanın, hatta bir bireyin üzerinde bulunan tanrısal rıza idi.

Bir evde bereket varsa: kut vardır.

Bir çocuk doğuyorsa: kut gelmiştir.

Bir devlet yükseliyorsa: Tanrı o devlete kut vermiştir.

Ve kut ancak, Tengri’nin razı olduğu kimselerde yaşardı.

 

Türklerin İslamiyet’i kabulü, tarihsel süreçte derin değişimlere yol açmış; ancak asırlardır süregelen inanç sistemlerinin izi tamamen silinmemiştir.

İslam’ın manevi değerleri, Türk milletinin özündeki kadim “kut”, “ocak” ve “ata ruhu” anlayışlarını tamamen ortadan kaldırmamış; aksine, bunların modern yorumları haline dönüşmüştür.

Bu bölümde, İslamiyet’in gelişiyle birlikte ortaya çıkan sentezleri, halkın eski inançlarını hangi biçimde yaşattığını ve bu kadim unsurların günümüze nasıl yansıdığını irdeleyeceğiz.

 

İslamiyet, Türk topluluklarına yeni bir manevi çerçeve sunarken, eski inanç sistemlerindeki doğa sevgisi, ata bağlılığı ve kutsal mekan ritüelleri zamanla yeniden yorumlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim ve hadislerle öğretilen ahlaki değerler, toplumsal düzeni sağlarken, yerel halk inançları, namaz kılma öncesi veya sonrasında dualarda, evlerde gerçekleştirilen küçük ritüellerde kendini göstermiştir.

Örneğin, evlerde “nazara karşı” asılan tılsımlar ve dualarda zikredilen “kut” kavramı, eski inançların İslami terminolojiyle harmanlanarak yaşamaya devam etmesinin en güzel örneklerinden biridir.

 

İslam’ın Anadolu’ya ve Türk dünyasına girişiyle birlikte, mistik yönelimler de önem kazanmıştır.

Sufi tarikatları, dervişlerin “seyr-i süluk” yolculuğu ile, eski şaman ritüellerine paralel bir maneviyat sunmuş; insanların kalbine doğrudan işleyen bir “vecd” durumu yaratmıştır.

Bu mistik deneyimler, eski Türk şamanlık ritüellerindeki, davul seslerinin ve extase hallerinin modern bir karşılığı gibidir.

Dervişler, “aşk” ve “muhabbet” diliyle tanrıyla bütünleşmeye çalışırken, eski inançlarda hayvanların seslerini taklit eden, doğayla bütünleşen şamanların izlerini andıran pratikler de halk arasında yankılanmıştır.

 

Günümüzde Anadolu’nun dört bir yanında, hala geleneksel inançların etkileri görülmektedir.

Nevruz gibi kutlamalar, baharın yeniden doğuşunu ve doğanın döngüsünü simgeler; yerel halk törenleri, eski “ata ruhu”na olan bağlılığı yaşatır.

Bazı köylerde, tıpkı eski “balbal” dikmeye benzer şekilde, ölenlerin anısına düzenlenen mezar törenleri ve başak ritüelleri, halkın doğa ve atalara duyduğu saygıyı ortaya koyar.

Bu törenlerde yer alan dualar, nazarlıkların ve evlerde asılı duran tılsımların kullanımı, eski inançların modern yaşamla uyumlu hale gelmesinin bir göstergesidir.

 

Türklerde “kut” kavramı, hem eski inanç sisteminin hem de İslam’ın manevi anlayışının kesişim noktasında yer alır.

Kut; yalnızca bir hükümdarın veya aile fertlerinin kutsal lütfunu değil, aynı zamanda evlere, mezarlara yansıyan kutsallığı da ifade eder.

Modern İslam toplumunda “kader” ve “lütuf” kavramları üzerinden yürütülen manevi tartışmalar, aslında eski inançlarda var olan milli ve toplumsal ruh halinin devamıdır.

Bu sentez, hem milli bilinç hem de dini doku arasında bir köprü vazifesi görür; geçmişin kutsallığının, bugünün yaşamında yeni anlamlar kazanmasına olanak tanır.

 

İslamiyet’in yerleşmesiyle birlikte, bazı kadim ritüeller ve inançlar ortadan kalkmamış; aksine, zamanla sembolik, alegorik ve yeni anlamlarla yorumlanmıştır.

Modern çağın getirdiği bilimsel, kültürel ve toplumsal değişimler, bazı eski uygulamaların kaybolmasına neden olmuş olsa da, halk arasında ruhani bir ihtiyaç ve arayış devam etmiştir.

Eski Türk inançlarına ait unsurlar, modern psiko-sosyolojik çalışmaların da ilgi odağı haline gelmiş; tarihçiler, antropologlar ve mistik araştırmacılar tarafından analiz edilmiştir.

Bu durum, eski inançların ne kadar köklü ve kalıcı olduğunun, milletin kültür mirasıyla nasıl bütünleştiğinin en canlı göstergesidir.

 

Mimaride, edebiyatta, halk arasında anlatılan destanlarda, türkü ve halk oyunlarında, İslamiyet öncesi dönemlerin izleri, yeniden şekillenen bir kimlik olarak günümüze taşınmıştır.

Bu, hem geçmişe duyulan saygının hem de geleceğe dair umutların ifadesidir.

Her adımda, hem eski Türk kültürünün ruhunu hem de İslami değerlere ait derin maneviyatı hissediyorsunuz.

Her bir ritüel, her bir dua, her bir sembol; milletimizin, kültürümüzün, ruhumuzun bir yansımasıdır.

 

Yorumlarınızı, düşüncelerinizi ve sorularınızı bizimle paylaşın; çünkü her bir ses, bu büyük kültür mozaiğinin daha da zenginleşmesine katkıda bulunur.

 

Hep birlikte geçmişin kutsal izlerini yaşatalım, milletimizin ve kültürümüzün özünü koruyalım!

 

 
 
 

Comments


  • alt.text.label.YouTube
  • TikTok
  • Spotify
  • alt.text.label.Instagram
  • alt.text.label.Twitter
  • alt.text.label.Facebook

©2023, Tüm Yayın Hakları UluTürk Tarih'e aittir

®
bottom of page